28 Mayıs 2018 Pazartesi

Beşiktaş’ın Dervişi: Süleyman Seba…

(15 Ağustos 2014)
Kısa tutmak için elimden geleni yapacağım, ama bu güzide, nadide şahsa dair bir dolu sayfayı doldurasım var.
Ülkemiz, devletimiz, bir sistem benimsemiş. Evvela dünyanın akıp giden yeni alışkanlığı benimsemiş bu teamülü. Biz de bir yerinden yakalayıp, ayak uydurmak zorunda kalmışız. Bu sistem, bize sıradan, düz, ufku seyrek, basireti eksik, bilinci kapalı, iş bitirmekten aciz, meziyetsiz, mutsuz, çaresiz, kifayetsiz ve ne yapacağını bilmez insanlar yetiştiriyor. Bu sistemin ısrarcılığına karşın, isyan eden istisnalar çıkıyor, dünyayı, tarihi, makus talihi değiştiriyor.

O özge ruhlar hepimiz için tanıdıktır: Mustafa Kemal Atatürk, Mahmut Hoca, Afet Güçverir, Hakkı Yeten, Şeref Görkey, Ali Sami Yen, Şükrü Saraçoğlu, Ali Haydar Usta, Özhan Canaydın, Türkan Saylan, Çelebi Mehmet ve daha akla gelen, dile gelmeyen niceleri… Böylesi nadide isimlerin ‘nadide’ ve ‘yeri doldurulamaz’ olmasının tek sebebi, hayatımıza hâkim haldeki bu sistemin, hepimizi, insanî değerlerden gitgide alıkoyan üslubudur. 
Böylesi zat-ı muhteremleri evlâ kılan nedir peki? Faziletleri, erdemleri, özverileri, vicdanları, kibarlıkları; işlerini severek, icabında ve uğrunda kendilerini feda ederek yapmaları, bir ülkü, bir amaç uğruna tuttuklarını koparmaları, ‘sevdalarına’ hayatlarını adamaları…
İşte, ülkemiz 13 Ağustos 2014 tarihinde, bu simaların sonuncusunu, nurlara teslim etti. Süleyman Seba, her bakımdan, bize insanlığı, sportmenliği öğreten büyüğümüzdü. Karşılaştığı her kişinin hayatına eşi benzeri olmayacak şekilde dokundu. Ne kibarlığı elden bıraktı, ne disiplini; ne ideallerini öteledi, ne de sorumlusu olduklarının bekâsını..
Biz, hiçbirimiz, onun mertebesinde bir karaktere sahip değiliz.
Sabır, tevazu, hem ekibin hem rakibin halinden anlamak, sözün en sağlam senet olması, işini başarıyla, ama dürüstlükle yapmak... Bir de üzerine, efendi, çelebi kalabilmek… Bu, sıradan bir insan için bile, hele de günümüzün kapital temelli dünyasında, hiç kolay değildir.
İşte bu nedenden ötürüdür ki, yeni dünya düzeninde yeri olamayacak, kendisi gibi kalamayacak bir insan figürünün son timsalini, iki gün evvel sonsuzluğa emanet ettik, bugün de son yolculuğuna uğurladık.
Ben, '89 senesinde, gözümü Beşiktaş bayraklarına sarılmış şekilde açarak geldim dünyaya. Beni en güzel armağana kavuşturan iki amcam, bana Beşiktaş’ımın en şanlı, en güzel döneminin ilkelerini armağan etmişlerdi o bayrakla. Hem bir yük, hem bir vazife, hem de en büyük mirastır bu şans şahsım için, çünkü o Beşiktaş, Hakkı Yeten’lerin, Recep Adanır’ların, Hüsnü Savman’ların, Şükrü Gülesin’lerin, Şeref Görkey’lerin mirasını sürdüren, ileri götüren, bize bir hayat biçimi, bir yaşam amacı, bir bakış açısı sunan, bir duruş yaratan Süleyman Seba ile bezenmişti. 
O ilkeleri, o nazenini içinize bir kez işlettiniz mi, o alçakgönüllülük size yansır, ve dile getiremeyeceğiniz hassasiyetlere, iyilikten bir minik kırıntı boyu şaşsa dahi size rahat vermeyecek bir vicdana, işinizi hakkıyla, layıkıyla yapmadıkça içinize sinmeyen nefeslere sahip olursunuz.. 
Her şeyi, her fazileti, hem de makam mevkiyi idare etme becerisiyle sundu, öğretti bizlere dervişimiz, çelebimiz; onur kelimesinin, şeref kelimesinin, zerafetin sözlükteki ve hayattaki en mühim karşılığı olan babamız, başkanımız.
Öyle bir insan düşünmek gerekir ki, 88 yaşında bile bir masada hikaye anlatacakken, ayakta bekleyen hanımlara yer vermeye çalışan, onlar ayakta kaldıkça hikayesine girizgâh yapmaktan kaçınan bir kibarlığı haiz… Bunun adı, tarifi, karşılığı olamaz..
Böylesi mizaca sahip kişilerin, büyük yöneticilerin ardından gelmek, hatıralarına layık olmak, böyle insanlar olmak kadar zordur.

Amcam Hasan Orhan Özenç, Beşiktaş'ımızın Çelebi'si ile birlikte...
Onunla, o bayrakla, Beşiktaş ile içimize zerk olunan erdemleri muhafaza ederken, bir yandan da itidalimizi yitirmemeye, 2000 öncesindeki Beşiktaş’a layık olmaya çalışacağız.. Söylemesi de zor, yapması da. Fakat o, çelik bakışlı, yüce gönüllü suret, bize, hep yol gösterecek...
Benim en büyük acım, onunla yüz yüze tanışamamış, denk gelememiş olmak, bir fotoğraf bile çektirememek, anılarını dinleyememektir. Daha dün, Abdi İpekçi Arena’daki Türkiye — İspanya hazırlık maçında, basketbol federasyonumuzun organizasyonuyla maça gelen onlarca ülkeden basket sevdalısına, bilhassa aynı tribünde oturduğum Afrikalı basketseverlere anlattım onu; göğsümdeki resmi sordular, üstümdeki formayla başladım anlatmaya, dilim döndüğünce satırlara, kelimelere sığdırdım onun büyüklüğünü. Şaştılar…
Lakin pişmanlıklarım sona ermedi; şanssızlık yine beni vurdu, son vazifemi yapmaya, cenazesine gidemedim, yetişemedim. Telafimi, ilk fırsatta mezarı başında dua ederek, ona kendimi affettirerek yapmaya çalışacağım.
Eğer biz, ömrümüz vefa ettikçe, doğrudan şaşmazsak, bir nebze olsun Seba Başkanımız'a, dervişimize benzemeye nail olursak, ona ve nice Beşiktaş’lı büyüğümüze layık olursak, biliniz ki, benim nezdimde, bizi terk-i edepten alıkoyan baş amil, Süleyman Seba’nın hatırasıdır...
Bilinen hikayeleri bilen kişilerden dinlemek gerekir diyerek, ötesini anlatmaya dahi başlamıyorum - sonu gelmez bir tufanı tetiklemiş olurum. Ama asıl büyüklük O’dur, onun ilkeleridir bu hayatta, meselenin tek hülasası budur.
Tüm Türkiye’nin, insanlığın, Beşiktaş'lılığın, fair-play’in, her futbol ve spor taraftarının başı sağ olsun.. Hakkını bize helal etsin… Bizden yana ne varsa, hep istediği gibi, ‘helal’dir.
Türk sporu, sportmenliği seninle cennete uğurladı. Biz, hepimiz, herkes, kimsesiz kaldık…
Senin rahle-i tedrisatın, bizim için şereftir, insalığın, adamlığın tarifidir.. Neyi nasıl yapacağımız, şeyi nasıl şey yapacağımız, başımızı huzur içinde nasıl yastığa koyacağımız, artık, sayende, malumumuzdur.
Bizim itidal membaımız, zarafet abidemiz sensin Derviş Çelebi..
1984'ten itibaren, biz,
Süleyman Seba’nın Kartallarıyız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder