28 Ağustos 2018 Salı

Her Şey Siyah Beyaz

Yaklaşık bir 10 günlük tatil arası verdikten sonra, tekrardan yazı işlerine dönebiliriz.

Bugün daha ziyade Beşiktaş'ın futbol ve basketbol şubesinde yaşananlara kısaca değinmek niyetindeyim. Futbolla başlayalım:


Oğuzhan ve Tolgay'ın durumları, alarm sinyalinden çıkıp yardım çığlığına dönüşmüş durumda. Oğuzhan'ın bitir(emey)iciliği, Tolgay'ın konsantrasyon ve akıllı oyun eksiği, takımın en temel bölgesinde derin zaaflar oluşturuyor. Bu iki ismin ısrarla oynatılması ise, "Acaba Şenol Hoca, Talisca'yı satıp yerine takviye yapmayan yönetime nispet/ibret olsun diye mi böyle bir yol çizdi?" sorusunu akla getiriyor artık.

Beklerimizde bir sorun yok, ama stoper mevkisi sürekli hataya yatkın. Kağıt üzerinde bu kadar kaliteli ve kariyerli isimlere sahip bir takımın böylesine kolayca gol yiyebilmesi, senelerdir aklımızı hasta eden bir etken ve öyle anlaşılıyor ki, "toplu hücum-toplu savuma" anlayışına geçmeden, hatlar arasındaki mesafeyi daraltmadan ve çok çok çok koşmadan bu işler düzelmeyecek. Yani bence sorun, sistemle alakalı.

Orta-kafa-gol zihniyeti, bizim yaratıcılığımızı ve gol şansımızı bir hayli baltalıyor. Kanattan veya doğrudan içeri kat edebilecek iki ismimiz var (Babel ile Quaresma) ve içlerinden bir tanesi (Q7), muhtemelen kontrolünü daha fazla yitirmemek adına, içeriye saldırmayı hiç düşünmüyor bile. Oysa adam eksiltme kabiliyetine çok ihtiyacımız var. Hücum sistemindeki alternatifsizlik, rakiplere gün doğuruyor. Belki Gökhan Töre form tutunca... Neyse...

Q7'nin her topu (kontra ataklarda bile) yavaşlatması, pozisyonları öldürmesi artık çok zararlı hale gelmeye başladı.

Tolga ve Utku, zamanlama ve yer tutma açısından çok temel hatalar yapıyorlar. Uçan-kaçan-atletik tipler de olmadıkları için, hep yanlış yerde hamle yapıyorlar. Umarım sicili buğulu Karius, yaptıklarıyla (iyi ya da kötü) takımın ya da maçların önüne geçmez. Mutedil bir tarz lazım kalede.

BASKETBOL

Ufuk Sarıca, efendiliği yüzünden söyleyemediği pek çok sözle birlikte, takımdan ayrıldı/gönderildi. Küçülmeye giden bir takımın başında olmayı hak etmeyecek kadar başarılı ve vizyon sahibi bir isim olduğu için, her iki taraf da doğrusunu yapmış gibi görünüyor. Milli takım söylemlerini katmaya gerek bile yok işin içine.

Ama Joe Alexander gibi bir transfer, yıllar boyu Lallane, Clark, Semih gibi istikrarsız ve hücumu tek boyutlu uzunlara mahkûm edilen Ufuk Hoca'nın hakkı olmalıydı. Bence bu, onun canını yakmıştır. Çünkü benim hep Efes ile yakıştırdığım Alexander, küçülmeye giden bir takımın transferi olamayacak kadar kaliteli bir isim.

Takıma Dusko Ivanovic gibi (siyah-beyaz renklere de alışık) bir efsanenin getirilmesi, kulüp tarihi ve kültürü açısından bence gayet olumlu. Ivanovic'in yöntemleri eskimiş, basketbola bakışı demode kalmış olabilir - zaten Obradovic ve Blatt hariç o dönemlerden kalma kaç koç kendini günümüze adapte edebildi ki? - fakat biz de şampiyonluğa değil, küçülmeye gidiyoruz. Yani, eskisinden de kısıtlı bir bütçeyle ve az malzemeyle iş yapacağız. Belki çok iş de yapamayacağız, hep azıyla yetinmek zorunda kalacağız. O yüzden Ivanovic'in değişmesine de ihtiyacımız yok. Play-off'a son sıradan girmeyi hedeflesek, kâfi.

Çünkü kendimizi kandırmanın bir âlemi yok: Beşiktaş bu yıl basketbolda zirveyi hedeflemiyor. Bu da, Ivanovic'in olduğu gibi kabul edilmesini sağlamalı. Her halükârda Henrik Dettman gibi facialardan daha iyi bir tercih olduğu ve daha kaliteli işler yapacağı, aşikâr. En azından, böylesi bir kadroda gençlere sınıf atlatabilir.

Öyle ya; Alexander'ın dışında şu an ekibimiz Kenan, Erkan, Samet, Ömer Utku, Burak Can, Muratcan, Doğan, Can Maxim, Enes Berkay, genç İbrahim ve Semih'ten oluşuyor. Elbette birkaç yabancı takviyesi yapılacaktır ama, bence bu sezonu genç ve yerli isimleri geliştirmeye, onları keyifle seyretmeye ayırmalıyız. Yoksa, zaten büyük beklentiler bize kâbus yaşatır.

Kısacası, formamız kadar büyük hedefler koyamadığımız bir yıla 'merhaba' diyoruz. Bunu ne kadar çabuk kabullenirsek, o kadar iyi olur.

Kadın basketbol şubemize de, Bahar Çağlar gibi çok kıymetli bir ismin transferi için tebriklerimi sunarım. Ekibimize pek çok alanda liderlik yapıp, büyük katkı sağlayacaktır.

VE GINOBILI...

Gençliğimiz, kahramanlarıyla, kötü adamlarıyla ve yıldızlarıyla birer birer elveda diyor bize. Siyah-beyaz renklerle 5 şampiyonluk (4'ü Spurs, 1'i Kinder Bologna) yaşamış bir isme, dünyada Bill Bradley dışında katıldığı tüm organizasyonlarda (kulüp ve milli takım) şampiyonluk yaşamış tek isme, kurnaz ve sert bitiriciye, Eurostep'in ve latigo'nun üstâdına, tecrübeye, had safhada zekâya ve benchten gelerek oyunu domine etme kültürüne veda ettik bugün.


Avrupa'da Bodiroga ve Jasikevicius ile birlikte en iyi, en büyük isimdi. Danilovic'in, Djordjevic'in önündeydi. Diamantidis, Papaloukas, Spanoulis, Teodosic, Navarro henüz yıldız olmamıştı. Manu vardı Bodiroga ile atışabilen bir tek. Manu.


Sonra kimselerin beklemediği şekilde gittiği NBA'de, yine herkesi şaşırtarak önce kalıcı, sonra başarılı, ve şimdi de bir efsane oldu.

Tim Duncan bıraktı, Tony Parker ayrıldı, şimdi 41'lik Manu Ginobili de "tamam" dedi.

En acı olanı şu; Kobe, göstere göstere bıraktı. Sanki acılı bir hastalık sonucu gözlerini yuman bir hasta gibiydi. 


Duncan, Garnett, Ginobili gibi isimler ise... Yaşlı da olsalar, 'ansızın' gittiler.


Veda bile edemedik son bir kez onlara, ait oldukları parkelerde...

Bu beklenmediklik, bizleri daha da üzüyor...

Dediğimiz gibi, her şey, hayat misali, siyah ve beyaz...

Her şey için teşekkürler Manu. Seni önce nefretle, sonra sevgiyle, ama her daim saygıyla izledim.

İyi ki vardın, iyi ki varsın...

Hoşçakal...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder