12 Haziran 2018 Salı

İki Bireysel Ödül, Bir Yüzüğe; yani Nash, Kidd'e Karşı!


2016

Edebiyat mıdır basketbol, yoksa bir matematik mi? Mühendislik harikası mıdır bu sanat eserini güzel kılan, yoksa estetik şiar mı? Kazanmak mı sizi güçlü yapar, yoksa güzelleştirmek mi? Madem ki her ikisi de miadını doldurup formasını dolaba astı; işte şimdi, NBA’in son 20 yılına her adımda damga vuran iki “oyun kurucu”nun kozlarının, tam da burada paylaşılma vaktidir. Bakalım, çarpışmada neler göreceli, neler aleni?



Kıdem farkından dolayı, ele alacağımız ilk isim, “Sihirbaz” Jason Frederick Kidd. 23 Mart 1973’te California’da Afro-Amerikan bir baba ve İrlandalı-Amerikan anne sayesinde 5 kardeşin arasına doğan Kidd, daha St. Joseph Notre Dame Lisesi’ne giderken bile NBA yıldızı Gary “Glove” Payton’ın dikkatini çekecek ve onunla birebir maçlar yapacak kadar keskin bir yetenek olduğunu kanıtlamış, triple-double’a yatkınlığıyla nice ödül, amatör başarı ve şampiyonluk kazanmıştı. Adeta Amerika Amatör Birliği’nin (AAU) bir projesi halini alması şaşırtıcı değildi; keskin refleksleri ve sınırsız saha görüşüne bir de önsezileri ve sezgileri katılınca, ortaya çıkan harman muazzamdı. Sadece öngörülemeyeni yapmak değildi ustalığı; topa Bob “Houdini” Cousy ve Ervin “Magic” Johnson’vari bir üslupla hükmediyor ve kıvrak bilekleriyle usulca dokunduğu top, olabilecek en güzel şekilde adrese teslim ediliyordu. Spektaküler paslar, kaos içinde bile iğne deliğinden geçen asistler çok can alıcıydı. Soğukkanlılıkla kontrol ettiği top ve bencilliğe duyduğu antipati sayesinde, Magic’in varisi addediliyordu.

Lisedeki son sezonunda 25 sayı 10 asist 7 ribaunt ve 7 top çalma ortalamaları tutturup, McDonald’s All-American takımına ikinci kez seçildikten sonra, herkesi şaşırtan bir karar vermiş ve Arizona, Kentucky, Ohio ve Kansas gibi üniversiteleri reddedip, memleketinde, yani California’da kalmayı seçmişti; ama beklentilerin aksine UCLA’de değil, çok daha küçük ölçekli bir takım olan California Golden Bears’a dahil olmuştu. Kolejdeki ilk senesinde 13 sayı 7.7 asist 5 ribaunt 4 top çalma rakamlarını yakalamış, okulunun bir sezonda en çok asist ve top çalma kaydetme rekorlarını kırmış, NCAA tarihinde en çok top çalan Freshman olmuş ve ulusal düzeyde yılın Freshman’ı (ilk sezonunu yaşayan oyuncu, bir nevi yılın çaylağı) ve Pac-10 liginin karmasına seçilmişti. Bununla da yetinmeyip, takımını NCAA turnuvasına sokmayı başarmış ve Duke gibi bir devi eledikten sonra son 16’ta Kansas’a boyun eğene dek herkesi büyülemeyi sürdürmüştü. Formasının içine giydiği kollu t-shirtlerle ilginç bir imaj yaratan Kidd, daha o zamanlarda bile triple-double’a Magic Johnson ve Oscar “Big O” Robertson kadar yaklaşabilecek kadar iyi bir ribauntçu ve savunmada şahane pas araları yapacak kadar da sezgileri gelişmiş bir lider olmayı başarmıştı.

Bir sonraki senesinde asist ve top çalma rekorlarını geliştirmekle kalmayıp, tüm ülkenin en çok asist yapan NCAA oyuncusu olmayı da becermişti. 1968’den bu yana Golden Bears’dan ülke çapındaki All-American takımına seçilen ilk oyuncu olma unvanını kucaklayıp, Pac-10 liginde yılın oyuncusu olmayı başaran tarihteki ilk Sophomore (ikinci yılını yaşayanlara verilen sıfat) haline de gelmişti. NCAA’lerde ise bu defa koç Dick Bennett’in Wisconsin-Green Bay takımına boyun eğmişlerdi; fakat hem Wooden hem de Naismith Ödülleri’nde finale kalabilecek kadar üstün oynayan Kidd, 1994 NBA Drafti’ne girebilmek için okuldan ayrılmakta karar kılmıştı bile...


Tıpkı Bob Cousy, Magic Johnson ve Pete “Pistol” Maravich gibi bakmadan (no-look) pas atmakta giderek uzmanlaşan Kidd, Draft’te 1988’den bu yana paçası dertten beladan kurtulmayan Dallas Mavericks tarafından 2. Sırada seçildi. Glenn Robinson ve Grant Hill gibi cevherlerle birlikte lige heyecan katan genç oyuncu, henüz ilk senesindeyken bile ligi triple-double’lar konusunda sırtlamayı ve bu alanda lider olmayı başardı. Öyle bir heyecan yaratmıştı ki, 11.7 sayı 5.4 ribaunt 7.7 asistlik ortalaması sayesinde, 1995’te Yılın Çaylağı ödülünü Grant Hill ile paylaşmıştı. Kidd’den önceki sene sadece 13 galibiyet alabilen Mavs de, Kidd’in çaylak senesindeki komutanlığında 36 galibiyet elde etmeyi başarıp açık ara o sezonun en çok gelişen takımı olmayı başarmıştı. Yani Kidd, tıpkı kolejde olduğu gibi, NBA’de de, oynadığı takımın ölçeğini, takıma rağmen birkaç kademe büyütmeyi beceriyordu.

İkinci yılında All-Star’a, hem de ilk beşte seçilen Kidd, Dallas günlerinde “beyzbol pası” ile özdeşleşmeyi sürdürüp, Mavericks’in dinamik “3J” yapısını ihya ediyordu. Bu yapının diğer sac ayakları konumundaki Jamal Mashburn ve Jim Jackson’ın sakatlıkları ve takım içi dengelerin giderek bozulması, Jason Kidd’in de takımdaki akıbetini etkiledi ve bir senelik kaosu andıran bir sürecin sonunda, “Sihirbaz” Kidd, Phoenix’e takas edildi. Mavs, yeni franchise oyuncusu bellediği yapı taşını, henüz 3. yılının sonunda ve sezon ortasında gözden çıkararak nasıl bir yönetim sergilediğini apaçık gösteriyordu cümle aleme...

Phoenix günleri, Kidd’in her alanda bir takımın hakiki lideri haline dönüşebildiği kalfalık süreciydi. John Stockton gibi efsanelerin önüne geçip ligin asist lideri olmayı ilk kez Suns’dayken başaran “Sihirbaz”, daha ilk senesinde fast-break’e dayalı 4 kısalı bir sistemde, neredeyse “Run n’ Gun” felsefesinde hücum ettirdiği takımıyla 56 galibiyete erişmiş ve bir önceki sezona nazaran Suns’a fazladan 16 galibiyet kazandırmıştı. Triple-double’larıyla yine öncü oluyor, tam 10 farklı kategoride ligin ilk 50 oyuncusu arasına girmeyi başarıp bir ilke imza atıyor, ligin en iyi ribauntçu guardına dönüşüyor ve saha içi isabet yüzdesi dahil kariyerinin en iyi rakamlarına ulaşıyordu.  Tabi o takımda öyle bir oyun kurucu rotasyonu vardı ki, içerisinde NBA tarihinin gelmiş geçmiş en büyük 10-15 point guardından üçünü barındırıyordu. Bu rotasyonda Kevin Johnson ve Jason Kidd’e eşlik eden diğer kişi ise, pırıl pırıl bir genç, yani Steve Nash’ti...

İşte burada Steve Nash’e sıçrama yapalım. 7 Şubat 1994’te Güney Afrika’nın Johannesburg’da  dünyaya gelen Stephen John Nash, kendisi henüz bebekken Galli annesi ve İngiliz babasının aileyi Kanada’daki British Colombia – Victoria’ya taşımasının ardından çocukluğunu ve gençliğini Kanada’da geçirdi. 13 yaşına kadar futbol ve buz hokeyini sevda belleyen Nash, basketbolla tanıştıktan sonra tüm önceliklerini pota ve parkeye göre ayarlayıp kariyerini sporculuğa yöneltti. Lisedeyken notlarının düşmesi sonucu anne babası tarafından St. Michaels Koleji’ne yatılı olarak kaydedildikten sonra Nash, rugby, basketbol ve hokey alanlarında faaliyet gösterip takımını basketbolda bölgesel şampiyonluğa taşıdı ve bölgede yılın oyuncusu seçildi. 21 sayı 11 asist 9 ribaunt gibi ortalamalar tutturması, fiziğine rağmen profesyonel düzeyde spora göz kırpabileceğinin adeta bir sinyaliydi.

Nash’in Kidd ile ayrıldığı ilk nokta, işte bu dönemin sonunda, üniversite tercihi zamanında ortaya çıktı. Kidd tüm büyük takımları peşinden koşturup memleketinin ufak mikyaslı takımında karar kılarken, Nash ise gerek fiziğinin zayıflığından gerekse de Kanada’da yaşıyor olduğu için, lise koçuyla birlikte başvuru yaptığı 30’u aşkın okulun hiçbirisi tarafından rağbet görmedi ve seçilmedi – ta ki, ufak bir okul olan Santa Clara, Nash’in video görüntülerinden etkilenip Nash’e bir şans vermek isteyene dek. Santa Clara koçu Dick Davey Nash’i şöyle değerlendiriyordu: “O’nun yetenekli olduğunu görmeniz size Nobel Ödülü kazandırmaz – yetenekleri o kadar alenidir; fakat hem çok tedirgin, hem de savunmadayken hayatımda gördüğüm en kötü oyuncu haline geliyor”.

Kendisini yok sayan nice okulu, 1992-93’te Santa Clara Broncos ile gösterdiği performans sayesinde pişman eden Nash, takımını 5 yıl aradan sonra NCAA turnuvasına taşımayı başarıp bir de turnuvanın favorilerden Arizona’yı elemiş ve tüm dikkatlerini üzerine çekmişti. Devamındaki sene boyunca rakipler dahil herkesin dikkatleri Nash’e çevrildiği için düşüş yaşayan takım, Nash’in Kanada’da düzenlenen 1994 Dünya Basketbol Şampiyonası’nda Kanada milli takımını temsil edip, NBA yıldızı Rick Fox ile birlikte takımını dünya 7.liğine taşımasıyla birlikte ertesi sezon tekrar ayağa kalktı ve mücadele ettiği WCC ligini lider tamamladı. NCAA’lerde ise Missisippi State’e elendiler, fakat bu durum, Nash’in WCC’de Yılın Oyuncusu ve konferansın hem sayı hem de asist kralı olduğu gerçeğini gölgeleyemedi.


O yıl NBA Drafti’ne girmeye karar verse de, seçilmeyeceğini düşünerek draftten çekildi ve bir yıl daha kolejde kalmayı tercih etti Nash. İlkin 94 Dünya Şampiyonası’nda (bilhassa da Yunanistan maçında) parlayan şutörlük ve organizatörlük kabiliyetleri günden güne gelişiyor,  ve içinde bulunduğu sistemi mükemmelen uygulayan ve takımına seviye atlatan bir oyuncuya dönüşüyordu; fakat fiziksel olarak yeterli düzeye erişemediği (veya eksiklerini nasıl kapatacağını bulamadığı) sürece NBA’de tutunamayacağını düşünüyordu. Kısacası, “selefi” John Stockton’ın Gonzaga yıllarında geçtiği sürecin hemen hemen aynısını yaşıyordu Nash. O vakitler NBA’e yeni girmiş diğer baş aktörümüz Jason Kidd’le ve Gary “Glove” Payton ile özel idmanlar yapması da, bir sonraki yıl takımıyla arka arkaya 2. kez WCC şampiyonluğu yaşayarak WCC’de bir kez daha yılın oyuncusu seçilmesine katkıda bulunacaktı kuşkusuz. NCAA’lerde ise yine sürpriz yapan, ama sonunu getiremeyen takım olacaklardı. Ve Nash, artık hazır olduğuna kanaat getirerek, Santa Clara’nın tüm zamanlarda asist, üç sayı denemesi, üç sayı isabeti, serbest atış yüzdesi lideri ve 3. en skorer oyuncusu hüviyetlerini, maç başına 17 sayı 6 asistle taçlanan brövesine katıp 1996 Drafti’ne girmeye karar verecekti...

(Ben de dahil) pek çok kişiye göre tarihin en verimli ve derin Draft’i olan 1996’da 1. Tur 15. Sırada seçilen Nash, daha seçim anında taraftarlar tarafından yuhalanıyordu; çünkü o, seyircilerin nezdinde o vakitler kimselerin tanımadığı bir “Kanadalı beyaz çocuk”tan öte değildi. O sene Kevin Johnson ve Sam Cassell gibi NBA finali görmüş guardların arkasına, yani benche hapsolması ve devamında Cassell ile takas edilip takıma katılan Jason Kidd’in de yedekliğini yapmaktan öteye geçememesi, belki de bu yüzdendi. Ayrıca, dünya şampiyonasını saymazsak, hiçbir büyük turnuvada hakiki bir rekabetin bir parçası olmamıştı Nash; bu da o’nun bir takımın hakiki kumandanı olup olamayacağını insanlara sorgulatıyordu. Maç başına 10.5 dakika süre alması ve sadece üç sayı yüzdesi bakımından ses getirebilmesi de tüm bunların bir yansımasıydı. Phoenix’te bu şartlarda tutunması imkansız görüldüğü için, kolej yıllarında tanışıp dost olduğu Donnie Nelson o’nu babası efsane koç Don Nelson’a önerdi ve Nelson’ların ısrarı sonucu Nash, 1998 Drafti’nin ardından Dallas’a takas edildi. Yani kısacası, Kidd’in tahtı Nash’e, Nash’in takımı da tümden Kidd’e devredilmiş oldu. Tuhaf bir tesadüf, değil mi?



Kidd’in bıraktığı yerden devam etmiyordu oysa Nash; Jamal Mashburn ve Jim Jackson çoktan elden çıkarılmış, Kidd takası sayesinde takıma gelen skorer Michael Finley’nin önderliğinde yeni bir yapılanmaya gidilmişti. Üstelik tam da o yılki draffte takıma NBA’in çehresini değiştiren “Great” Dirk Nowitzki de katılacaktı. Nash-Finley-Nowitzki üçlüsü ve Don Nelson’ın alamet-i farikası olan yüksek tempolu dinamik hücum basketbolu, lokavta denk gelen 1998-99 sezonunda ilk emarelerini sunsa da, asıl etki, 1999-2000 sezonundan itibaren ortaya çıkacaktı. Dallas’ın kendisinden epey büyük şeyler beklediği Nash de, 2000 Olimpiyatları’nda Kanada’yı ilk 8’e taşıdıktan sonra Mavs’de ilk beşe yerleşip lige alışacak ve hakiki bir lider haline gelmekle kalmayıp, ligin en kıymetli oyun kurucularından biri olduğunu da gösterecekti. Tıpkı Kidd’in Phoenix’teki süreci gibi, Nash de Dallas’ta bir kalfalık dönemi yaşayacaktı kısacası. Mavs’deki ilk yılında 8 sayı 5.5 asist, ikinci yılında da 8.5 sayı 6 asist ortalamaları tutturması, bu iddiaların apaçık kanıtıydı. Üstelik takım, milyarder Marc Cuban tarafından satın alınmış ve bambaşka bir çehreye de bürünmüştü. Yani özetle, Nash, aradığı her tür imkana kavuşmuştu...




Öteki baş aktörümüz Jason Kidd için de Phoenix’te aynı şeyler geçerliydi. Rod Strickland’ın önünde ilk asist krallığını kazanmasının ardından birkaç sakatlıkla boğuşan Kidd, 2000’de ABD Milli Takımı ile Fransa önünde altın madalyaya uzanıyor ve NBA’in geleceğinde çok ciddi bir yer edindiğini kanıtlıyordu. Lokavt sezonundaki inanılmaz performansı bir yana, tıpkı Nash’te olduğu gibi Kidd’in de hakiki bir patlama yaptığı sene, 2000-01 sezonu olacaktı. Triple-double’larının ardı arkası kesilmiyordu; üstelik, 2000 yılında (sakatlanmadan evvel muazzam bir süper yıldız adayı olan ve Magic Johnson’ın bir diğer varisi sayılabilecek kadar çok yönlü oynayan) Anfernee “Penny” Hardaway’in takıma katılmasıyla birlikte “BackCourt 2000” namıyla markalaşan bir arka alan kurup rakiplere korku salıyorlardı. Kidd, ligin tartışmasız en iyi ribaunt alan ve en “çok yönlü” guardıydı. Ailevi sebepler yüzünden sekteye uğrayan 2000-01 sezonunda sakatlıklar da takımı vurmuş, fakat Kidd önderliğinde play-off’larda San Antonio Spurs’u aşıp Konferans Yarı Finali’ne yükselebilmişlerdi – ki bu Kidd’in play-off ilk turunu ilk kez geçişiydi aynı zamanda.

Kidd bakımından sakatlık dışındaki tek sorun, Nash ile bir diğer ortak yanı, yani “sıfır bencillik” düsturuydu. Ünlü “Bad Boy” efsanesi ve tüm zamanların en büyük point guardlarından Isiah “Zeke” Thomas’ın öne sürdüğü üzere, iyi bir pasör olmak bireysel bir yetenekti, fakat iyi bir asistçi olabilmek için mutlaka öncelikle iyi bir skorer de olmak gerekiyordu. Çünkü rakipler sizin sürekli sadece pas atacağınızı düşünürse, paslarınızın verimi ve asiste dönüşme ihtimali de azalacaktı (günümüzde Rajon Rondo ve Ricky Rubio gibi isimler de aynı dertten muzdaripler aslında – ama Magic Johnson başta olmak üzere bu teoriye müstesna kaçan çok uç örnekler de yok değil). Hiçbir zaman Nash kadar iyi bir şutör olmayan Kidd ise, 2001 senesinde arkadaşlarının teşvikiyle daha skorer oynamaya başladı ve arka arkaya üç maç 30’lu sayılar üretip kariyeri adına bir ilki gerçekleştirdi. 1997-2001 arasında mümkün olan her sezonda All-Star seçilen ve arka arkaya üç kez NBA’in en iyi beşine girmekle kalmayıp üç kez de asist kralı olmayı başaran Kidd, 2001’de, ustalık dönemi için, New Jersey Nets’e takas edildi...


Nash ise bu arada giderek güçlenen Batı Konferansı’nda, tıpkı Kidd gibi takımını yüceltmekle meşguldü. “3J” döneminden sonra “Üç Büyük” yılları başlamıştı, yıl 2000-01 olduğunda Nash 15.6 sayı 7.3 asist rakamlarıyla parlıyor, takım 10 yıldır ilk kez play-offlara kalmayı başarıyordu; fakat takım play-offlarda bir türlü Sacramento, San Antonio gibi devleri aşacak seviyeye erişemiyordu. Ardı ardına böyle birkaç sezon içerisinde Nash ortalamalarını daha da yükseltip bir All-Star haline gelmişti, hatta arka arkaya All-NBA 3. takımına ve All-Star’a seçilen Nash ile birlikte Konferans Finali oynayan takımın birkaç yıl içinde, yaşlanan ve yıpranan Lakers, Kings ve Spurs gibi devleri aşması da bekleniyordu; fakat Nash, Antawn Jamison ve Antoine Walker gibi takviyelere rağmen başarı gelmedikten sonra 2004 senesinde beklediği kontratı alamayınca, Olimpiyat elemelerinde yaşadığı hüsran çoğaldı ve Cuban’ın Mavericks’ini terk ederek ve bir free agent olarak eski takımı, ilk göz ağrısı Phoenix Suns’la anlaşıp ustalık dönemi için yuvaya döndü...

Tabi sene 2004 olana dek, ligin doğu yakasında tam bir New Jersey Nets ve Kidd fırtınası esmesi de başka bir tesadüfü; tam bir süper yıldızlık sürecine giren Kidd, her ne kadar göz alıcı bir kadrosu olmasa bile gencecik Kenyon Martin, Richard Jefferson, Kerry Kittles, Jason Collins, Lucious Harris gibi isimlere birkaç seviye birden atlatarak iki sene üst üste takımını NBA Finalleri’ne taşımayı başarmıştı. Fakat hem kadro kalitesi hem de koç ve sistem bakımından ağır basan Lakers ve Spurs’e kaybettikleri birer final onları yüzükten mahrum bırakmıştı. Kidd takımının hem hücumda hem de savunmada başkumandanı ve tek yetkilisi olsa bile, iğne deliğinden geçirdiği nice öngörülemez pasla bezeli spektaküler oyunu, Batı Konferansı’nın devleri karşısında bir yerde tıkanıyordu. Bu iki yarım kalmış hikayenin neticesinde Kidd, şutörlüğüne yatırım yapmaya başladı – hem de en kritik yerde, Spurs karşısındaki NBA Finali serisinde buna başlamayı seçti.


 2002 ve 2003’teki destansı maceraların ardından 2004’te her ne kadar Kidd yine MVP adayı olacak kadar iyi oynasa da, 2003’te San Antonio’yu reddedip Nets ile imzaladığı 6 senelik kontratın hakkını verircesine takımını sahiplense de, takımın müstakbel şampiyon Detroit Pistons ile oynadığı Konferans Finali’nde sakatlandığı için, serinin 7. maçında varlık gösteremedi ve takım üç sene üst üste NBA Finaline çıkma imkanını kaybetti. O yaz geçirdiği ameliyatın ardından takımın geleceği parlak görünüyordu, fakat 2004-05’te bu defa Nets free agent piyasasının azizliğini yaşadı ve 2003 Finalleri’nde düşüş yaşayan Kenyon Martin beklediği kontratı alamayınca tercihini Denver’dan yana kullanıp takımdan ayrıldı. Takımın ana skor silahı gittikten sonra Nets patlayıcılığından ve atletizminden oldukça büyük bir güç kaybetmiş görünüyordu; fakat ne zaman ki Toronto’daki mutsuzluğu bilinen Vince Carter New Jersey’ye takas oldu, işte o vakit işler bambaşka bir yön aldı...



2004’ten sonrası, Nash açısındansa bir altın çağı başlatan ışık demekti. Yeni kurulan Suns düzeninde, iki yıl önce Stephon Marbury’nin “liderliğinde” sadece bir son saniye basketiyle play-offlarda bir galibiyet alabilen takım, bu defa ligin en elit hücum güçlerinden birine dönüşmüştü ve bu dönüşümün sebebi tamamen Nash’in 18 sayı 11 asist 4 ribaunt ortalamalarıyla iki kez arka arkaya (kimilerine göre ilkinde Shaq’in, ikincisinde de Kobe’nin hakkı yenerek) ligin MVP’si seçilmesini sağlayan liderliğiydi. Nash gelmeden önceki sene 29 galibiyete razı olan takım, Nash ile birlikte 62 galibiyete erişip bir rekor kırıyordu. Suns koçu Mike D’Antoni, hücumda Nash, Shawn Marion, Amar’e Stoudamire, Joe Johnson ve Quentin Richardson gibi ana silahları ve Boris Diaw gibi o yıllarda bir MIP (En Çok Gelişme Gösteren Oyuncu) ödülü galibini öyle güzel bir sistemle harmanlıyordu ki, Nash’in Alman Sanayi’nden hallice tıkır tıkır işlettiği “7 saniyelik” hücum düzeni sayesinde Phoenix korkulacak bir güce dönüşüyordu. Tabi 2004'te Indiana - Detroit, 2006'da da Denver - New York kavgaları yüzünden NBA komisyoneri David Stern'ün "Sıfır Tolerans" politikasına geçmesi ve bu kapsamda kavga ihtimallerini azaltmak adına hand-check dahil pek çok 'fiziksel temas' kuralını değiştirmesi, Nash'in oyununu çok daha sivriltip yükseltecek ve kıymetini katlayacaktı.






Nash, lig tarihinde Bob Cousy ve Magic Johnson’dan sonra MVP seçilmeyi başaran ilk oyun kurucu ve bu onura erişen ilk Kanadalı olmuştu ve Mavericks’teki sistemin gelişmiş versiyonunu mükemmelleştirerek adeta bir sanat eseri yaratmıştı. Takımı NBA Finalleri’ne giden yolda zaferden alıkoyan noktaysa, önce takımın geri kalanının tecrübesizliği, sonrasında da sakatlıklardı. 2006’da Amar’e’nin feci şekilde sakatlanmasına rağmen Boris Diaw’ı boyalı alana çekip kısmen muratlarına ermiş ve Konferans Finali’ne çıkmışlardı. Rakipleri ise, Nash’in eski takımı Mavericks’ti. Her ne kadar Marc Cuban Nash’in gidişine üzülse de, asıl içerlediği konu, Nash’in Dallas’tayken MVP seçilecek kadar iyi oynamamasıydı ve bu yüzden tarafların Konferans Finali mücadelesi ayrı bir önem de kazanıyordu. Nash bu seride 20 sayı 10 asist ortalamalarıyla oynasa bile, yepyeni sistemiyle turu geçip finale yükselen taraf, 6 maç sonunda, Dallas oldu...


Sakatlıkların vurduğu bir diğer ekip, yani New Jersey ise, Carter’ın gelişiyle Kidd-Carter-Jefferson gibi gıpta edilecek kalburüstü bir kısa rotasyonuna kavuşmuştu; fakat 2006 yazında Shareef Abdur-Rahim’in diz sakatlığını riske edemeyip 4 numara pozisyonuna seçkin bir isim katmayı başaramadıkları için, boyalı alanda çok güçsüzleştiler. Öyle ki, Kidd-Carter-Jefferson-Shareef veya Kidd-Carter-Jefferson-Kenyon Martin gibi bir dörtlüye kavuşsalar, hikaye çok başka türlü gelişebilirdi. Pivot pozisyonunda senelerdir Jason Collins’ten evla tek oyuncuları, yaşlanmış bir Dikembe Mutombo olmuştu; Carter takasında gönderilen bir vakitlerin dev pivotu Alonzo Mourning’inse böbrek hastalığı yüzünden Nets’e hiç faydası dokunamamıştı. Derken, Carter – Kidd ikilisinin inanılmaz smaçlara imza atması başarı kazanmak için yetersiz bir hale geldi ve Kidd, New Jersey’deki huzursuzluğunu duyurmaya başladı.



Oysa 2007’de aynı maçta hem o hem de Carter birer triple-double üretmeyi başarıp Jordan – Pippen ikilisinden bu yana bir ilke imza atmış, Kidd ayrıca bir de 07 Play-off ilk turunda Toronto serisini 14 sayı 13 asist 10 ribauntluk triple-double ortalamalarla tamamlayarak, Magic Johnson ve Wilt Chamberlain’in ardından, birden fazla play-off serisinde triple-double ortalamalar tutturabilen yegane isim olmayı başarmıştı. Hatta bir sonraki sene üç maç ark arkaya triple-double yaparak bir başka ilke de imza atmıştı. Fakat günden güne “önce pas” sistemini ve “sıfır bencillik” düsturunu geliştiren Kidd, triple-double’larını sürdürse de, All-Star kalibresinden düşmüşe benziyordu ve Carter da, kariyerinin belki de en verimli ve olgun yıllarında, bu kadro düzeni yüzünden Konferans Yarı Finali’nden ileri gidememenin sancısını taşıyordu. Böylelikle Kidd, Oscar Robertson’dan bu yana bir ilki gerçekleştirip neredeyse triple-double ortalamalarla noktalayacağı 2007-08’de, All-Star maçının hemen ertesinde, bir avuç potansiyel ve vaat (ve de muvazaalı bir Keith Van Horn kontratı) karşılığında, ilk göz ağrısına, Dallas’a takas edildi...




Öte yakada, Kidd kadar artık Nash de tepe noktayı aşıp inişe geçmeye başlamıştı. İlk beşin hemen her bir ferdinin 15 ve üstü sayı ortalaması yakalayabildiği bu muazzam Phoenix hücum sistemi, savunmada eksiklerini örtemediği için sıkıntılar yaşıyordu – tıpkı Nash gibi. Kidd ile birlikte o yıllarda NBA’in tartışmasız en iyi iki oyun kurucusundan birisi olan Nash, hem bir lider, hem de bir görev adamı ve ağır işçi gibi mücadele ettiği hücumlara nazaran savunmada NBA’in atlet oyun kurucularına karşı adeta nal topluyordu. Dahası, muazzam bir dış şutör olmasına karşın hiç bencil davranmadığı için bireysel skor katkısı, olabilecek en üst seviyede değildi, hatta olması gerekenden bile azdı. Günden güne dış şutun önem kazandığı NBA’de Nash’in bir skor silahına dönüşmemekteki “alicenaplığı” kimi zaman takımın o en üst seviyeye çıkmasına engel teşkil ediyordu. Bu yüzden, takımın 2006 play-offlarında 3-1’den 4-3’e getirebildiği Lakers serisine benzer performanslar sergilemesi de zorlaşıyordu. 3. kez arka arkaya MVP seçilme ihtimalini Dirk Nowitzki yüzünden kaçırması ve Konferans Yarı Finalinden öteye gidememeleri, işte bundandı. Üstelik, Jay Triano’nun kovulması yüzünden Kanada Milli Takımı’na da küsmüştü...

Bir sonraki sezon Nash üst üste ikinci kez 50-40-90 (yani %50 saha içi, %40 üçlük ve %90 serbest atış isabet oranı) kulübüne girmeyi başardı ve takıma, inişe geçmiş olsa dahi tüm zamanların en büyük pivotlarından Shaquille O’Neal dahil edildi; fakat play-offlarda yine aradıklarını bulamadılar. Spurs serisinin en kritik anlarında çok fahiş hatalara imza atması da, Nash’in yaşlanmaya başladığını gösteriyordu. Sonraki sezon koç D’Antoni’nin yerine defansif anlayışlı Terry Porter’ın, ardından da başarısızlık üzerine Alvin Gentry’nin gelmesi, Nash ve sistem üzerinde hiç iyi etkiler bırakmadı; bu sistem uyumsuzluğu yüzünden de Nash Phoenix’e döndü döneli takım ilk kez play-off’a kalamadı. 2009-10 sezonunda ise Grant Hill, Amar’e ve Jason Richardson ile birlikte lige muazzam bir başlangıç yapan Nash ve Suns, Konferans Finali’ne kadar yükselmeyi başarsa da, Kobe Bryant’ın (06’nın intikamı başlıklı) resitali karşısında çaresiz kalıp bir kez daha yüzük şansını kaybetti. Nash’in o sezon 20’li asistlere imza attığı maçlar da sadece birer hoş seda olarak kaldı...

Bu esnada asıl tarih yazan taraf, Jason Kidd ve Mavericks olmuştu. Takastan sonra oyun yapısını hız ve dinamizmden, yani “Showtime” benzeri bir usulden çıkartıp, sete set, dingin, âkil ve mutedil bir düzene sokan Kidd, Dallas’ın aradığı o veteran tecrübe haline gelerek takımı tamamlamıştı. 2008 Olimpiyatları’nda bir altın madalya daha kazansa bile ilk iki sene play-offlarda bu yeni usulüyle takımına sınıf atlatamayan Kidd, tüm kariyeri boyunca arzu ettiğine 2011 play-offları’nda ulaşacaktı. Rakiplerini birer birer geçerek NBA Finali’ne erişen Mavs, LeBron James – Dwayne Wade – Chris Bosh’lu Miami hanedanının karşısına dikilmişti. Kimse Dallas’ı favori göstermese bile, Jason Terry gibi kendini aşan oyuncular ve “şampiyonun kalbine sahip” bir Dirk ile birlikte, Kidd tarih yazarak NBA Şampiyonluğu’nu elde etti. Kidd bu yolda icabında Konferans Yarı Finalleri’nin en kritik anlarında Kobe Bryant’ı tutmayı başarmış, azman gibi oynayan genç bir Russell Westbrook’u Konferans Finali’nde yavaşlatmış, serinin 4. maçında uzatmada en gerekli yerde üçlüğü atmayı becermişti. Üstelik bunları yaparken 38 yaşındaydı; böylelikle NBA tarihinde takımını şampiyonluğa taşıyan en yaşlı as oyun kurucu olma unvanını da elde etmişti. Play-offlarda tutturduğu 9.3 sayı 7.3 asist 4.5 ribaunt ve 1.9 top çalma ortalamaları da cabasıydı..

Ne hazindir ki, yazımızın diğer başrolü Nash, hiçbir zaman o yüzüğü parmağına geçiremeyecekti. 2011 senesine dek elinden geleni yapsa bile takımını tekrardan NBA Finali’ne çıkartamayan Nash, o yıl Amar’e, Barbosa, Jason Richardson gibi isimler de takımdan ayrılınca iyiden iyiye bocalayan Suns’ın talihini tek başına değiştiremedi. 2012 yılında Oscar Robertson’ı geçerek tüm zamanlarda en çok asist yapan oyuncular listesinde daha da yukarılara çıkıyor, hatta sezonu çift haneli asist ortalamaları ve asist krallığı ile taçlandırıyordu, fakat takım başarısı gelmiyordu. Üstelik yıllanmak, Nash’in skor gücünde şutlardan başka bir şeye pek yer bırakmıyordu artık. 2012’de takasla yolunu tuttuğu koç D’Antoni’li Lakers’taki kariyer özeti, sakatlıklar ve geçince fiziğinin kırılganlığı yüzünden nokta şutör misali kullanılan bir 2 numaraya evrilmesinden ibaretti. Dwight Howard ile pick-n-roll oynayamadığı için hakiki asist gücünü gösteremiyor, savunmada eğer dezavantajlıysa eşleşmesini hemen Kobe devralıyordu. Nash, 10.000 asist barajını geçmek dışında Lakers ile kayda değer bir başarı elde edemedi ve 2014-15 sezonunun arifesinde yaşadığı bel sakatlığı ile kariyerine son noktayı koydu...

Öykünün diğer kahramanı Kidd ise, sonraki sene bir daha denese de şampiyon olamayan Dallas ile kontratı biter bitmez, New York Knicks’le anlaşıp “ağabeylik” yapmak için Büyük Elma’ya gitti. Son yıllarında bilhassa dış şutunu epey geliştirmesine binaen, tıpkı Nash gibi o da azalan hareketliliği ve müzmin sakatlıkları yüzünden Raymond Felton’ın yanında bir şutör guard olarak değerlendirilmeye başlandı. Takımı o yıl 54 galibiyete ulaşsa bile (ki 2000’den bu yana Knicks ilk kez 50 galibiyeti aşıyordu), 40’ına yaklaşmışken halen daha maç başına 33 dakika süre almak, Kidd’in fiziğini play-off’larda mahvedecekti. Sene sonunda emekliliğini ilan edince, hiç kimse şaşırmadı, fakat istisnasız herkes üzüldü – bir sene sonra Nash’e üzülecekleri gibi...

Peki, sürekli rakip olarak gösterilen, her daim karşılaştırılan bu iki isimden hangisi diğerinden evlâydı? Önce tarzlarından başlarsak; Nash yüksek matematiğin getirdiği mühendislik harikasıyken, Kidd, sürprizleri ve manevraları tahmin edilemeyen bir edebiyat eseriydi. Nash paslarını çok estetik bir şekilde dağıtırdı; Kidd kadar öngörülemez ve spektaküler hareketler yapmasa bile, yaptığı şeyi bilen hiçbir rakibi o’nu kolay kolay durduramazdı. Her iki ismin de saha görüşü, oyun zekası ve zamanlaması olağanüstüydü. Kidd daha bir “şov” basketbolunu seçiyordu, sürekli “sistem” terimiyle yan yana kullandığımız Nash ise kendisine uygun bir sistemin en önemli parçasıyken hem sistemi hem de takımının hücumunu en üst düzeye çıkarıyordu. Tabi işin savunma kısmında Kidd’in bir adım öne çıktığını (top çalmada da tüm zamanlarda Stockton’ın ardından 2. sırada), ribaunt konusunda ise birkaç adım birden fırladığını es geçemeyiz. Takım arkadaşlarını “büyütmek” ve parlatmak konusunda her iki isim de birinci sınıf kalitedeydi. Nash her daim Kidd’den daha iyi bir şutör ve skorerdi, fakat Kidd daha all-around, yani çok yönlü bir isimdi. Her iki dev de geçiş hücumlarında, dinamizmde, tempoda, yani soğukkanlı olabilenin kazanacağı yerlerde muhteşemdi.


Ayrıca hem Nash hem de Kidd alley-oop’lardan tutun, en alengirli ve afili paslara kadar tüm takım arkadaşlarını onlardan optimum verimi alabilecek noktada ve biçimde topla buluşturma ustasıydı. Mühendislik ve estetik harikası bir saat Nash’i simgelerken, spektaküler bir illüzyonist de Kidd’e en yakın mevhumdu. İş ahlakı çok üst düzeyde olan Nash bir parça daha disiplinliyken, Kidd düğümlenemeyen bir ip gibiydi, yani istikrardan ziyade patlayıcılık ve şaşırtmacalarda ustaydı. Ve tabi, top kontrolünde ve oyun kurmakta her ikisinin de üstüne yoktu. Nash son yıllarda Kidd’in düşüşüyle birlikte ondan daha iyi bir faul atıcısı olarak nam saldı (kalçasına dokunup o elin parmaklarını öpme stilini değiştirmeden önce Kidd çok iyi bir faul atıcısıydı). Triple-double alışkanlığı (ki Oscar Robertson ve Magic Johson’dan sonra tüm zamanlarda 3. Sıradadır) ve Showtime ekolü bakımından Kidd’i Magic’in varisi ilan edebilirsek, aynısını “Sade, verimli ve engellenemez” Stockton ve Nash bakımından da söyleyebiliriz...

Peki rakamlar neler söylüyor? Bunun için bir-iki güzide tablodan yararlanmak, aslında en pratik çözüm; ama tabi Nash’in ilk iki senesini adeta benchte zayi ettiğini de, toplam rakamlara bakarken göz önüne almak icap eder ve Kidd’in 2’sinde başrolde olduğu 3 NBA finali oynayıp 1 şampiyonluk yaşadığı, Nash’in ise bir kez bile NBA Finali göremediği ama 2 normal sezon MVP ödülü aldığı gerçeğini unutmamak gerekir. Ayrıca Kidd’in 100’ün üzerinde triple-double yaptığını, play-offlar tarihinde en çok triple-double yapan ikinci isim olduğunu; 96 Drafti’nin en çok MVP kazanan üyesi Nash’in ise Reggie Miller, Larry Bird, Mark Price ve Kevin Durant ile birlikte 50-40-90 kulübüne (hem de 4 kez) girebilen tarihteki 5 oyuncudan biri olduğunu da yabana atmayalım:







Tabi bazı başka onurlar da var. Bu pick’n roll üstatlarından Kidd, 2012 senesinde liselerarası McDonald’s turnuvasının tarihindeki en büyük 35 oyuncudan biri seçilmeyi başardı ve hem koleji California Golden Bears hem de Nets tarafından da 5 numaralı forması emekliye ayrıldı. Nash’in Santa Clara yıllarındaki 11 numaralı forması da, 2006 yılında okul tarafından emekli edildi – ki okul tarihinde forması emekliye ayrılan başka hiçbir basketbolcu yoktur. Ayrıca 13 numaralı forması da Phoenix Suns tarafından emekli edildi. Her iki oyuncu da birer adet “All-Star Yetenek Yarışması” kazandı. Kidd, üstüste Sportmenlik ödülleri almayı başaran tek NBA oyuncusudur; Nash ise futbol delisi olduğu için smaç yarışmalarında Amar’e ve Andre Drummond gibi isimlerin smaçlarına futboldan katkılar sunarak işlere renk katmıştır. Her iki oyuncunun ilk yuvasına dönmeleri ve Phoenix-Dallas takımları arasında mekik dokumaları da ayrı bir tesadüftür  - tıpkı, bu takımlara 2. kez gelişlerinden sonra 1  başka (Knicks ve Lakers) takımda daha oynayarak emekliye ayrılmaları gibi..

Kötü şutör olarak bilinmesine rağmen NBA tarihinin en çok üçlük isabeti sağlayan üçüncü oyuncusu olan ve ABD formasını terleten Kidd’in ikisi Olimpik toplamda 5 altın madalyası varken, Kanada milli takımını seçtiği için Nash bir madalya kazanamadan uluslararası kariyerine nokta koymuş, fakat düşük ölçekli bir takıma nasıl seviye atlatılacağını ve o takımın nasıl madalya adayı haline gelebileceğini de cümle aleme göstermiştir. Tabi her iki ismin de talihsiz evlilikler yaptığını ama bu konuda Kidd’in “haylaz” vukuatlarının daha fazla olduğunu da belirtelim.

Kidd, artık koçluğa yöneldi; Brooklyn Nets’in ardından halihazırda Milwaukee Bucks’ı çalıştırıyor (bu yazının yayınlandığı tarihte ise görevinden alındı). Nash ise, öve öve bitiremediği Stephen Curry’nin takımı Golden State Warriors’da Oyuncu Gelişimi Danışmanı görevini yürütüyor. Fakat her iki efsane de, NBA’e oyuncu olarak kazındılar – orası kesin. Bu iki efsaneyi karşılıklı seyredebilmiş olmak da, jenerasyonumuzun en büyük avantajlarından başa güreşen bir kısmet tabi ki. Kuşkusuz ki yakında her iki oyuncu da alınlarının akıyla Hall of Fame’e (Şöhretler Müzesi) seçilecekler ve bu törenleri seyretmek de ayrı bir onur olacak.


Peki, neticede kim daha iyi? Kimisi 1 yüzüğü her şeye tercih eder, kimisi için de LeBron, Shaq ve Kobe gibi isimlerin önünde 2 kez MVP seçilebilmiş olmak daha büyük bir gururdur – dolayısıyla, bunca tesadüfü buluşturan iki oyuncudan hangisini tercih edeceğimiz, zevkimize, basketbol anlayışımıza bağlıdır. Gelin, hep birlikte bir kez daha bu görüntülerle bu iki efsaneyi, NBA tarihinin gelmiş geçmiş en büyük 10 (hatta kimilerine göre 5) oyun kurucusundan 2’sini seyredip saygıyla selamlayalım:





https://www.youtube.com/watch?v=1lRKULmjuDc (94 Dünya Şampiyonası ve Nash’in Kanada’sı, Yunanistan’a karşı kader maçında)
https://www.youtube.com/watch?v=hmp1qA4VRdA (Jason Kidd’in en güzel 10 hareketi)
https://www.youtube.com/watch?v=Y52sQoSAr6g (Steve Nash’in en güzel 10 hareketi)
https://www.youtube.com/watch?v=NhxhIV2Usuo (Kidd-Nash çarpışması – 1)
https://www.youtube.com/watch?v=p6mwlHFPuqg (Kidd-Nash çarpışması – 2)
https://www.youtube.com/watch?v=RuUdsQzciwA (Kidd – Nash çarpışması – 3)
https://www.youtube.com/watch?v=3owR7OjqcRw (İkilinin güzel hareketlerinin derlemesi)
https://www.youtube.com/watch?v=OwelXb0Vgfs (Steve Nash’in derlemesi)
https://www.youtube.com/watch?v=mJ5O3ImFWfA (İkilinin oynadığı reklam filmi)









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder