2016
Edebiyat
mıdır basketbol, yoksa bir matematik mi? Mühendislik harikası mıdır bu sanat
eserini güzel kılan, yoksa estetik şiar mı? Kazanmak mı sizi güçlü yapar, yoksa
güzelleştirmek mi? Madem ki her ikisi de miadını doldurup formasını dolaba
astı; işte şimdi, NBA’in son 20 yılına her adımda damga vuran iki “oyun
kurucu”nun kozlarının, tam da burada paylaşılma vaktidir. Bakalım, çarpışmada
neler göreceli, neler aleni?
Kıdem farkından
dolayı, ele alacağımız ilk isim, “Sihirbaz” Jason Frederick Kidd. 23 Mart 1973’te
California’da Afro-Amerikan bir baba ve İrlandalı-Amerikan anne sayesinde 5
kardeşin arasına doğan Kidd, daha St. Joseph Notre Dame Lisesi’ne giderken bile
NBA yıldızı Gary “Glove” Payton’ın dikkatini çekecek ve onunla birebir maçlar
yapacak kadar keskin bir yetenek olduğunu kanıtlamış, triple-double’a
yatkınlığıyla nice ödül, amatör başarı ve şampiyonluk kazanmıştı. Adeta Amerika
Amatör Birliği’nin (AAU) bir projesi halini alması şaşırtıcı değildi; keskin
refleksleri ve sınırsız saha görüşüne bir de önsezileri ve sezgileri katılınca,
ortaya çıkan harman muazzamdı. Sadece öngörülemeyeni yapmak değildi ustalığı;
topa Bob “Houdini” Cousy ve Ervin “Magic” Johnson’vari bir üslupla hükmediyor
ve kıvrak bilekleriyle usulca dokunduğu top, olabilecek en güzel şekilde adrese
teslim ediliyordu. Spektaküler paslar, kaos içinde bile iğne deliğinden geçen
asistler çok can alıcıydı. Soğukkanlılıkla kontrol ettiği top ve bencilliğe
duyduğu antipati sayesinde, Magic’in varisi addediliyordu.
Lisedeki son sezonunda 25 sayı 10 asist 7 ribaunt ve 7 top çalma ortalamaları tutturup, McDonald’s All-American takımına ikinci kez seçildikten sonra, herkesi şaşırtan bir karar vermiş ve Arizona, Kentucky, Ohio ve Kansas gibi üniversiteleri reddedip, memleketinde, yani California’da kalmayı seçmişti; ama beklentilerin aksine UCLA’de değil, çok daha küçük ölçekli bir takım olan California Golden Bears’a dahil olmuştu. Kolejdeki ilk senesinde 13 sayı 7.7 asist 5 ribaunt 4 top çalma rakamlarını yakalamış, okulunun bir sezonda en çok asist ve top çalma kaydetme rekorlarını kırmış, NCAA tarihinde en çok top çalan Freshman olmuş ve ulusal düzeyde yılın Freshman’ı (ilk sezonunu yaşayan oyuncu, bir nevi yılın çaylağı) ve Pac-10 liginin karmasına seçilmişti. Bununla da yetinmeyip, takımını NCAA turnuvasına sokmayı başarmış ve Duke gibi bir devi eledikten sonra son 16’ta Kansas’a boyun eğene dek herkesi büyülemeyi sürdürmüştü. Formasının içine giydiği kollu t-shirtlerle ilginç bir imaj yaratan Kidd, daha o zamanlarda bile triple-double’a Magic Johnson ve Oscar “Big O” Robertson kadar yaklaşabilecek kadar iyi bir ribauntçu ve savunmada şahane pas araları yapacak kadar da sezgileri gelişmiş bir lider olmayı başarmıştı.
Bir
sonraki senesinde asist ve top çalma rekorlarını geliştirmekle kalmayıp, tüm
ülkenin en çok asist yapan NCAA oyuncusu olmayı da becermişti. 1968’den bu yana
Golden Bears’dan ülke çapındaki All-American takımına seçilen ilk oyuncu olma
unvanını kucaklayıp, Pac-10 liginde yılın oyuncusu olmayı başaran tarihteki ilk
Sophomore (ikinci yılını yaşayanlara verilen sıfat) haline de gelmişti.
NCAA’lerde ise bu defa koç Dick Bennett’in Wisconsin-Green Bay takımına boyun
eğmişlerdi; fakat hem Wooden hem de Naismith Ödülleri’nde finale kalabilecek
kadar üstün oynayan Kidd, 1994 NBA Drafti’ne girebilmek için okuldan ayrılmakta
karar kılmıştı bile...
Tıpkı Bob Cousy, Magic Johnson ve Pete “Pistol” Maravich gibi bakmadan (no-look) pas atmakta giderek uzmanlaşan Kidd, Draft’te 1988’den bu yana paçası dertten beladan kurtulmayan Dallas Mavericks tarafından 2. Sırada seçildi. Glenn Robinson ve Grant Hill gibi cevherlerle birlikte lige heyecan katan genç oyuncu, henüz ilk senesindeyken bile ligi triple-double’lar konusunda sırtlamayı ve bu alanda lider olmayı başardı. Öyle bir heyecan yaratmıştı ki, 11.7 sayı 5.4 ribaunt 7.7 asistlik ortalaması sayesinde, 1995’te Yılın Çaylağı ödülünü Grant Hill ile paylaşmıştı. Kidd’den önceki sene sadece 13 galibiyet alabilen Mavs de, Kidd’in çaylak senesindeki komutanlığında 36 galibiyet elde etmeyi başarıp açık ara o sezonun en çok gelişen takımı olmayı başarmıştı. Yani Kidd, tıpkı kolejde olduğu gibi, NBA’de de, oynadığı takımın ölçeğini, takıma rağmen birkaç kademe büyütmeyi beceriyordu.
Tıpkı Bob Cousy, Magic Johnson ve Pete “Pistol” Maravich gibi bakmadan (no-look) pas atmakta giderek uzmanlaşan Kidd, Draft’te 1988’den bu yana paçası dertten beladan kurtulmayan Dallas Mavericks tarafından 2. Sırada seçildi. Glenn Robinson ve Grant Hill gibi cevherlerle birlikte lige heyecan katan genç oyuncu, henüz ilk senesindeyken bile ligi triple-double’lar konusunda sırtlamayı ve bu alanda lider olmayı başardı. Öyle bir heyecan yaratmıştı ki, 11.7 sayı 5.4 ribaunt 7.7 asistlik ortalaması sayesinde, 1995’te Yılın Çaylağı ödülünü Grant Hill ile paylaşmıştı. Kidd’den önceki sene sadece 13 galibiyet alabilen Mavs de, Kidd’in çaylak senesindeki komutanlığında 36 galibiyet elde etmeyi başarıp açık ara o sezonun en çok gelişen takımı olmayı başarmıştı. Yani Kidd, tıpkı kolejde olduğu gibi, NBA’de de, oynadığı takımın ölçeğini, takıma rağmen birkaç kademe büyütmeyi beceriyordu.
İkinci
yılında All-Star’a, hem de ilk beşte seçilen Kidd, Dallas günlerinde “beyzbol
pası” ile özdeşleşmeyi sürdürüp, Mavericks’in dinamik “3J” yapısını ihya
ediyordu. Bu yapının diğer sac ayakları konumundaki Jamal Mashburn ve Jim
Jackson’ın sakatlıkları ve takım içi dengelerin giderek bozulması, Jason
Kidd’in de takımdaki akıbetini etkiledi ve bir senelik kaosu andıran bir
sürecin sonunda, “Sihirbaz” Kidd, Phoenix’e takas edildi. Mavs, yeni franchise
oyuncusu bellediği yapı taşını, henüz 3. yılının sonunda ve sezon ortasında
gözden çıkararak nasıl bir yönetim sergilediğini apaçık gösteriyordu cümle
aleme...
İşte
burada Steve Nash’e sıçrama yapalım. 7 Şubat 1994’te Güney Afrika’nın
Johannesburg’da dünyaya gelen Stephen
John Nash, kendisi henüz bebekken Galli annesi ve İngiliz babasının aileyi Kanada’daki
British Colombia – Victoria’ya taşımasının ardından çocukluğunu ve gençliğini
Kanada’da geçirdi. 13 yaşına kadar futbol ve buz hokeyini sevda belleyen Nash,
basketbolla tanıştıktan sonra tüm önceliklerini pota ve parkeye göre ayarlayıp
kariyerini sporculuğa yöneltti. Lisedeyken notlarının düşmesi sonucu anne
babası tarafından St. Michaels Koleji’ne yatılı olarak kaydedildikten sonra
Nash, rugby, basketbol ve hokey alanlarında faaliyet gösterip takımını
basketbolda bölgesel şampiyonluğa taşıdı ve bölgede yılın oyuncusu seçildi. 21
sayı 11 asist 9 ribaunt gibi ortalamalar tutturması, fiziğine rağmen profesyonel
düzeyde spora göz kırpabileceğinin adeta bir sinyaliydi.
Nash’in Kidd ile
ayrıldığı ilk nokta, işte bu dönemin sonunda, üniversite tercihi zamanında
ortaya çıktı. Kidd tüm büyük takımları peşinden koşturup memleketinin ufak
mikyaslı takımında karar kılarken, Nash ise gerek fiziğinin zayıflığından
gerekse de Kanada’da yaşıyor olduğu için, lise koçuyla birlikte başvuru yaptığı
30’u aşkın okulun hiçbirisi tarafından rağbet görmedi ve seçilmedi – ta ki,
ufak bir okul olan Santa Clara, Nash’in video görüntülerinden etkilenip Nash’e
bir şans vermek isteyene dek. Santa Clara koçu Dick Davey Nash’i şöyle
değerlendiriyordu: “O’nun yetenekli olduğunu görmeniz size Nobel Ödülü
kazandırmaz – yetenekleri o kadar alenidir; fakat hem çok tedirgin, hem de
savunmadayken hayatımda gördüğüm en kötü oyuncu haline geliyor”.
O
yıl NBA Drafti’ne girmeye karar verse de, seçilmeyeceğini düşünerek draftten
çekildi ve bir yıl daha kolejde kalmayı tercih etti Nash. İlkin 94 Dünya
Şampiyonası’nda (bilhassa da Yunanistan maçında) parlayan şutörlük ve
organizatörlük kabiliyetleri günden güne gelişiyor, ve içinde bulunduğu sistemi mükemmelen
uygulayan ve takımına seviye atlatan bir oyuncuya dönüşüyordu; fakat fiziksel
olarak yeterli düzeye erişemediği (veya eksiklerini nasıl kapatacağını
bulamadığı) sürece NBA’de tutunamayacağını düşünüyordu. Kısacası, “selefi” John
Stockton’ın Gonzaga yıllarında geçtiği sürecin hemen hemen aynısını yaşıyordu
Nash. O vakitler NBA’e yeni girmiş diğer baş aktörümüz Jason Kidd’le ve Gary
“Glove” Payton ile özel idmanlar yapması da, bir sonraki yıl takımıyla arka
arkaya 2. kez WCC şampiyonluğu yaşayarak WCC’de bir kez daha yılın oyuncusu
seçilmesine katkıda bulunacaktı kuşkusuz. NCAA’lerde ise yine sürpriz yapan,
ama sonunu getiremeyen takım olacaklardı. Ve Nash, artık hazır olduğuna kanaat
getirerek, Santa Clara’nın tüm zamanlarda asist, üç sayı denemesi, üç sayı
isabeti, serbest atış yüzdesi lideri ve 3. en skorer oyuncusu hüviyetlerini,
maç başına 17 sayı 6 asistle taçlanan brövesine katıp 1996 Drafti’ne girmeye
karar verecekti...
(Ben de dahil) pek çok kişiye göre tarihin en
verimli ve derin Draft’i olan 1996’da 1. Tur 15. Sırada seçilen Nash, daha
seçim anında taraftarlar tarafından yuhalanıyordu; çünkü o, seyircilerin
nezdinde o vakitler kimselerin tanımadığı bir “Kanadalı beyaz çocuk”tan öte
değildi. O sene Kevin Johnson ve Sam Cassell gibi NBA finali görmüş guardların
arkasına, yani benche hapsolması ve devamında Cassell ile takas edilip takıma
katılan Jason Kidd’in de yedekliğini yapmaktan öteye geçememesi, belki de bu
yüzdendi. Ayrıca, dünya şampiyonasını saymazsak, hiçbir büyük turnuvada hakiki
bir rekabetin bir parçası olmamıştı Nash; bu da o’nun bir takımın hakiki
kumandanı olup olamayacağını insanlara sorgulatıyordu. Maç başına 10.5 dakika
süre alması ve sadece üç sayı yüzdesi bakımından ses getirebilmesi de tüm
bunların bir yansımasıydı. Phoenix’te bu şartlarda tutunması imkansız görüldüğü
için, kolej yıllarında tanışıp dost olduğu Donnie Nelson o’nu babası efsane koç
Don Nelson’a önerdi ve Nelson’ların ısrarı sonucu Nash, 1998 Drafti’nin
ardından Dallas’a takas edildi. Yani kısacası, Kidd’in tahtı Nash’e, Nash’in
takımı da tümden Kidd’e devredilmiş oldu. Tuhaf bir tesadüf, değil mi?
Kidd’in bıraktığı yerden devam etmiyordu oysa Nash; Jamal Mashburn ve Jim Jackson çoktan elden çıkarılmış, Kidd takası sayesinde takıma gelen skorer Michael Finley’nin önderliğinde yeni bir yapılanmaya gidilmişti. Üstelik tam da o yılki draffte takıma NBA’in çehresini değiştiren “Great” Dirk Nowitzki de katılacaktı. Nash-Finley-Nowitzki üçlüsü ve Don Nelson’ın alamet-i farikası olan yüksek tempolu dinamik hücum basketbolu, lokavta denk gelen 1998-99 sezonunda ilk emarelerini sunsa da, asıl etki, 1999-2000 sezonundan itibaren ortaya çıkacaktı. Dallas’ın kendisinden epey büyük şeyler beklediği Nash de, 2000 Olimpiyatları’nda Kanada’yı ilk 8’e taşıdıktan sonra Mavs’de ilk beşe yerleşip lige alışacak ve hakiki bir lider haline gelmekle kalmayıp, ligin en kıymetli oyun kurucularından biri olduğunu da gösterecekti. Tıpkı Kidd’in Phoenix’teki süreci gibi, Nash de Dallas’ta bir kalfalık dönemi yaşayacaktı kısacası. Mavs’deki ilk yılında 8 sayı 5.5 asist, ikinci yılında da 8.5 sayı 6 asist ortalamaları tutturması, bu iddiaların apaçık kanıtıydı. Üstelik takım, milyarder Marc Cuban tarafından satın alınmış ve bambaşka bir çehreye de bürünmüştü. Yani özetle, Nash, aradığı her tür imkana kavuşmuştu...
Kidd bakımından
sakatlık dışındaki tek sorun, Nash ile bir diğer ortak yanı, yani “sıfır
bencillik” düsturuydu. Ünlü “Bad Boy” efsanesi ve tüm zamanların en büyük point
guardlarından Isiah “Zeke” Thomas’ın öne sürdüğü üzere, iyi bir pasör olmak
bireysel bir yetenekti, fakat iyi bir asistçi olabilmek için mutlaka öncelikle
iyi bir skorer de olmak gerekiyordu. Çünkü rakipler sizin sürekli sadece pas
atacağınızı düşünürse, paslarınızın verimi ve asiste dönüşme ihtimali de
azalacaktı (günümüzde Rajon Rondo ve Ricky Rubio gibi isimler de aynı dertten
muzdaripler aslında – ama Magic Johnson başta olmak üzere bu teoriye müstesna
kaçan çok uç örnekler de yok değil). Hiçbir zaman Nash kadar iyi bir şutör
olmayan Kidd ise, 2001 senesinde arkadaşlarının teşvikiyle daha skorer oynamaya
başladı ve arka arkaya üç maç 30’lu sayılar üretip kariyeri adına bir ilki
gerçekleştirdi. 1997-2001 arasında mümkün olan her sezonda All-Star seçilen ve
arka arkaya üç kez NBA’in en iyi beşine girmekle kalmayıp üç kez de asist kralı
olmayı başaran Kidd, 2001’de, ustalık dönemi için, New Jersey Nets’e takas
edildi...
Nash ise bu arada giderek güçlenen Batı Konferansı’nda, tıpkı Kidd gibi takımını yüceltmekle meşguldü. “3J” döneminden sonra “Üç Büyük” yılları başlamıştı, yıl 2000-01 olduğunda Nash 15.6 sayı 7.3 asist rakamlarıyla parlıyor, takım 10 yıldır ilk kez play-offlara kalmayı başarıyordu; fakat takım play-offlarda bir türlü Sacramento, San Antonio gibi devleri aşacak seviyeye erişemiyordu. Ardı ardına böyle birkaç sezon içerisinde Nash ortalamalarını daha da yükseltip bir All-Star haline gelmişti, hatta arka arkaya All-NBA 3. takımına ve All-Star’a seçilen Nash ile birlikte Konferans Finali oynayan takımın birkaç yıl içinde, yaşlanan ve yıpranan Lakers, Kings ve Spurs gibi devleri aşması da bekleniyordu; fakat Nash, Antawn Jamison ve Antoine Walker gibi takviyelere rağmen başarı gelmedikten sonra 2004 senesinde beklediği kontratı alamayınca, Olimpiyat elemelerinde yaşadığı hüsran çoğaldı ve Cuban’ın Mavericks’ini terk ederek ve bir free agent olarak eski takımı, ilk göz ağrısı Phoenix Suns’la anlaşıp ustalık dönemi için yuvaya döndü...
Tabi
sene 2004 olana dek, ligin doğu yakasında tam bir New Jersey Nets ve Kidd
fırtınası esmesi de başka bir tesadüfü; tam bir süper yıldızlık sürecine giren
Kidd, her ne kadar göz alıcı bir kadrosu olmasa bile gencecik Kenyon Martin,
Richard Jefferson, Kerry Kittles, Jason Collins, Lucious Harris gibi isimlere
birkaç seviye birden atlatarak iki sene üst üste takımını NBA Finalleri’ne
taşımayı başarmıştı. Fakat hem kadro kalitesi hem de koç ve sistem bakımından
ağır basan Lakers ve Spurs’e kaybettikleri birer final onları yüzükten mahrum
bırakmıştı. Kidd takımının hem hücumda hem de savunmada başkumandanı ve tek
yetkilisi olsa bile, iğne deliğinden geçirdiği nice öngörülemez pasla bezeli
spektaküler oyunu, Batı Konferansı’nın devleri karşısında bir yerde
tıkanıyordu. Bu iki yarım kalmış hikayenin neticesinde Kidd, şutörlüğüne
yatırım yapmaya başladı – hem de en kritik yerde, Spurs karşısındaki NBA Finali serisinde
buna başlamayı seçti.
2002 ve
2003’teki destansı maceraların ardından 2004’te her ne kadar Kidd yine MVP
adayı olacak kadar iyi oynasa da, 2003’te San Antonio’yu reddedip Nets ile
imzaladığı 6 senelik kontratın hakkını verircesine takımını sahiplense de,
takımın müstakbel şampiyon Detroit Pistons ile oynadığı Konferans Finali’nde
sakatlandığı için, serinin 7. maçında varlık gösteremedi ve takım üç sene üst
üste NBA Finaline çıkma imkanını kaybetti. O yaz geçirdiği ameliyatın ardından takımın
geleceği parlak görünüyordu, fakat 2004-05’te bu defa Nets free agent
piyasasının azizliğini yaşadı ve 2003 Finalleri’nde düşüş yaşayan Kenyon Martin
beklediği kontratı alamayınca tercihini Denver’dan yana kullanıp takımdan
ayrıldı. Takımın ana skor silahı gittikten sonra Nets patlayıcılığından ve
atletizminden oldukça büyük bir güç kaybetmiş görünüyordu; fakat ne zaman ki
Toronto’daki mutsuzluğu bilinen Vince Carter New Jersey’ye takas oldu, işte o
vakit işler bambaşka bir yön aldı...
2004’ten
sonrası, Nash açısındansa bir altın çağı başlatan ışık demekti. Yeni kurulan
Suns düzeninde, iki yıl önce Stephon Marbury’nin “liderliğinde” sadece bir son
saniye basketiyle play-offlarda bir galibiyet alabilen takım, bu defa ligin en
elit hücum güçlerinden birine dönüşmüştü ve bu dönüşümün sebebi tamamen Nash’in
18 sayı 11 asist 4 ribaunt ortalamalarıyla iki kez arka arkaya (kimilerine göre
ilkinde Shaq’in, ikincisinde de Kobe’nin hakkı yenerek) ligin MVP’si
seçilmesini sağlayan liderliğiydi. Nash gelmeden önceki sene 29 galibiyete razı
olan takım, Nash ile birlikte 62 galibiyete erişip bir rekor kırıyordu. Suns
koçu Mike D’Antoni, hücumda Nash, Shawn Marion, Amar’e Stoudamire, Joe Johnson
ve Quentin Richardson gibi ana silahları ve Boris Diaw gibi o yıllarda bir MIP
(En Çok Gelişme Gösteren Oyuncu) ödülü galibini öyle güzel bir sistemle
harmanlıyordu ki, Nash’in Alman Sanayi’nden hallice tıkır tıkır işlettiği “7
saniyelik” hücum düzeni sayesinde Phoenix korkulacak bir güce dönüşüyordu. Tabi 2004'te Indiana - Detroit, 2006'da da Denver - New York kavgaları yüzünden NBA komisyoneri David Stern'ün "Sıfır Tolerans" politikasına geçmesi ve bu kapsamda kavga ihtimallerini azaltmak adına hand-check dahil pek çok 'fiziksel temas' kuralını değiştirmesi, Nash'in oyununu çok daha sivriltip yükseltecek ve kıymetini katlayacaktı.
Sakatlıkların vurduğu bir diğer ekip, yani New Jersey ise, Carter’ın gelişiyle Kidd-Carter-Jefferson gibi gıpta edilecek kalburüstü bir kısa rotasyonuna kavuşmuştu; fakat 2006 yazında Shareef Abdur-Rahim’in diz sakatlığını riske edemeyip 4 numara pozisyonuna seçkin bir isim katmayı başaramadıkları için, boyalı alanda çok güçsüzleştiler. Öyle ki, Kidd-Carter-Jefferson-Shareef veya Kidd-Carter-Jefferson-Kenyon Martin gibi bir dörtlüye kavuşsalar, hikaye çok başka türlü gelişebilirdi. Pivot pozisyonunda senelerdir Jason Collins’ten evla tek oyuncuları, yaşlanmış bir Dikembe Mutombo olmuştu; Carter takasında gönderilen bir vakitlerin dev pivotu Alonzo Mourning’inse böbrek hastalığı yüzünden Nets’e hiç faydası dokunamamıştı. Derken, Carter – Kidd ikilisinin inanılmaz smaçlara imza atması başarı kazanmak için yetersiz bir hale geldi ve Kidd, New Jersey’deki huzursuzluğunu duyurmaya başladı.
Bir sonraki
sezon Nash üst üste ikinci kez 50-40-90 (yani %50 saha içi, %40 üçlük ve %90
serbest atış isabet oranı) kulübüne girmeyi başardı ve takıma, inişe geçmiş
olsa dahi tüm zamanların en büyük pivotlarından Shaquille O’Neal dahil edildi;
fakat play-offlarda yine aradıklarını bulamadılar. Spurs serisinin en kritik
anlarında çok fahiş hatalara imza atması da, Nash’in yaşlanmaya başladığını
gösteriyordu. Sonraki sezon koç D’Antoni’nin yerine defansif anlayışlı Terry
Porter’ın, ardından da başarısızlık üzerine Alvin Gentry’nin gelmesi, Nash ve
sistem üzerinde hiç iyi etkiler bırakmadı; bu sistem uyumsuzluğu yüzünden de
Nash Phoenix’e döndü döneli takım ilk kez play-off’a kalamadı. 2009-10
sezonunda ise Grant Hill, Amar’e ve Jason Richardson ile birlikte lige muazzam
bir başlangıç yapan Nash ve Suns, Konferans Finali’ne kadar yükselmeyi başarsa
da, Kobe Bryant’ın (06’nın intikamı başlıklı) resitali karşısında çaresiz kalıp
bir kez daha yüzük şansını kaybetti. Nash’in o sezon 20’li asistlere imza
attığı maçlar da sadece birer hoş seda olarak kaldı...
Bu esnada asıl tarih yazan taraf, Jason Kidd ve
Mavericks olmuştu. Takastan sonra oyun yapısını hız ve dinamizmden, yani
“Showtime” benzeri bir usulden çıkartıp, sete set, dingin, âkil ve mutedil bir
düzene sokan Kidd, Dallas’ın aradığı o veteran tecrübe haline gelerek takımı
tamamlamıştı. 2008 Olimpiyatları’nda bir altın madalya daha kazansa bile ilk
iki sene play-offlarda bu yeni usulüyle takımına sınıf atlatamayan Kidd, tüm
kariyeri boyunca arzu ettiğine 2011 play-offları’nda ulaşacaktı. Rakiplerini
birer birer geçerek NBA Finali’ne erişen Mavs, LeBron James – Dwayne Wade –
Chris Bosh’lu Miami hanedanının karşısına dikilmişti. Kimse Dallas’ı favori
göstermese bile, Jason Terry gibi kendini aşan oyuncular ve “şampiyonun kalbine
sahip” bir Dirk ile birlikte, Kidd tarih yazarak NBA Şampiyonluğu’nu elde etti.
Kidd bu yolda icabında Konferans Yarı Finalleri’nin en kritik anlarında Kobe
Bryant’ı tutmayı başarmış, azman gibi oynayan genç bir Russell Westbrook’u
Konferans Finali’nde yavaşlatmış, serinin 4. maçında uzatmada en gerekli yerde
üçlüğü atmayı becermişti. Üstelik bunları yaparken 38 yaşındaydı; böylelikle
NBA tarihinde takımını şampiyonluğa taşıyan en yaşlı as oyun kurucu olma
unvanını da elde etmişti. Play-offlarda tutturduğu 9.3 sayı 7.3 asist 4.5 ribaunt
ve 1.9 top çalma ortalamaları da cabasıydı..
Ne hazindir ki,
yazımızın diğer başrolü Nash, hiçbir zaman o yüzüğü parmağına geçiremeyecekti. 2011
senesine dek elinden geleni yapsa bile takımını tekrardan NBA Finali’ne çıkartamayan
Nash, o yıl Amar’e, Barbosa, Jason Richardson gibi isimler de takımdan
ayrılınca iyiden iyiye bocalayan Suns’ın talihini tek başına değiştiremedi.
2012 yılında Oscar Robertson’ı geçerek tüm zamanlarda en çok asist yapan
oyuncular listesinde daha da yukarılara çıkıyor, hatta sezonu çift haneli asist
ortalamaları ve asist krallığı ile taçlandırıyordu, fakat takım başarısı
gelmiyordu. Üstelik yıllanmak, Nash’in skor gücünde şutlardan başka bir şeye
pek yer bırakmıyordu artık. 2012’de takasla yolunu tuttuğu koç D’Antoni’li Lakers’taki
kariyer özeti, sakatlıklar ve geçince fiziğinin kırılganlığı yüzünden nokta
şutör misali kullanılan bir 2 numaraya evrilmesinden ibaretti. Dwight Howard
ile pick-n-roll oynayamadığı için hakiki asist gücünü gösteremiyor, savunmada
eğer dezavantajlıysa eşleşmesini hemen Kobe devralıyordu. Nash, 10.000 asist
barajını geçmek dışında Lakers ile kayda değer bir başarı elde edemedi ve
2014-15 sezonunun arifesinde yaşadığı bel sakatlığı ile kariyerine son noktayı
koydu...
Öykünün
diğer kahramanı Kidd ise, sonraki sene bir daha denese de şampiyon olamayan
Dallas ile kontratı biter bitmez, New York Knicks’le anlaşıp “ağabeylik” yapmak
için Büyük Elma’ya gitti. Son yıllarında bilhassa dış şutunu epey
geliştirmesine binaen, tıpkı Nash gibi o da azalan hareketliliği ve müzmin
sakatlıkları yüzünden Raymond Felton’ın yanında bir şutör guard olarak
değerlendirilmeye başlandı. Takımı o yıl 54 galibiyete ulaşsa bile (ki 2000’den
bu yana Knicks ilk kez 50 galibiyeti aşıyordu), 40’ına yaklaşmışken halen daha
maç başına 33 dakika süre almak, Kidd’in fiziğini play-off’larda mahvedecekti. Sene
sonunda emekliliğini ilan edince, hiç kimse şaşırmadı, fakat istisnasız herkes
üzüldü – bir sene sonra Nash’e üzülecekleri gibi...
Peki, sürekli rakip
olarak gösterilen, her daim karşılaştırılan bu iki isimden hangisi diğerinden
evlâydı? Önce tarzlarından başlarsak; Nash yüksek matematiğin getirdiği
mühendislik harikasıyken, Kidd, sürprizleri ve manevraları tahmin edilemeyen
bir edebiyat eseriydi. Nash paslarını çok estetik bir şekilde dağıtırdı; Kidd
kadar öngörülemez ve spektaküler hareketler yapmasa bile, yaptığı şeyi bilen
hiçbir rakibi o’nu kolay kolay durduramazdı. Her iki ismin de saha görüşü, oyun
zekası ve zamanlaması olağanüstüydü. Kidd daha bir “şov” basketbolunu
seçiyordu, sürekli “sistem” terimiyle yan yana kullandığımız Nash ise kendisine
uygun bir sistemin en önemli parçasıyken hem sistemi hem de takımının hücumunu
en üst düzeye çıkarıyordu. Tabi işin savunma kısmında Kidd’in bir adım öne
çıktığını (top çalmada da tüm zamanlarda Stockton’ın ardından 2. sırada),
ribaunt konusunda ise birkaç adım birden fırladığını es geçemeyiz. Takım
arkadaşlarını “büyütmek” ve parlatmak konusunda her iki isim de birinci sınıf
kalitedeydi. Nash her daim Kidd’den daha iyi bir şutör ve skorerdi, fakat Kidd
daha all-around, yani çok yönlü bir isimdi. Her iki dev de geçiş hücumlarında,
dinamizmde, tempoda, yani soğukkanlı olabilenin kazanacağı yerlerde muhteşemdi.
Ayrıca hem Nash hem de Kidd alley-oop’lardan tutun, en alengirli ve afili paslara kadar tüm takım arkadaşlarını onlardan optimum verimi alabilecek noktada ve biçimde topla buluşturma ustasıydı. Mühendislik ve estetik harikası bir saat Nash’i simgelerken, spektaküler bir illüzyonist de Kidd’e en yakın mevhumdu. İş ahlakı çok üst düzeyde olan Nash bir parça daha disiplinliyken, Kidd düğümlenemeyen bir ip gibiydi, yani istikrardan ziyade patlayıcılık ve şaşırtmacalarda ustaydı. Ve tabi, top kontrolünde ve oyun kurmakta her ikisinin de üstüne yoktu. Nash son yıllarda Kidd’in düşüşüyle birlikte ondan daha iyi bir faul atıcısı olarak nam saldı (kalçasına dokunup o elin parmaklarını öpme stilini değiştirmeden önce Kidd çok iyi bir faul atıcısıydı). Triple-double alışkanlığı (ki Oscar Robertson ve Magic Johson’dan sonra tüm zamanlarda 3. Sıradadır) ve Showtime ekolü bakımından Kidd’i Magic’in varisi ilan edebilirsek, aynısını “Sade, verimli ve engellenemez” Stockton ve Nash bakımından da söyleyebiliriz...
Peki rakamlar neler söylüyor? Bunun için bir-iki güzide tablodan yararlanmak, aslında en pratik çözüm; ama tabi Nash’in ilk iki senesini adeta benchte zayi ettiğini de, toplam rakamlara bakarken göz önüne almak icap eder ve Kidd’in 2’sinde başrolde olduğu 3 NBA finali oynayıp 1 şampiyonluk yaşadığı, Nash’in ise bir kez bile NBA Finali göremediği ama 2 normal sezon MVP ödülü aldığı gerçeğini unutmamak gerekir. Ayrıca Kidd’in 100’ün üzerinde triple-double yaptığını, play-offlar tarihinde en çok triple-double yapan ikinci isim olduğunu; 96 Drafti’nin en çok MVP kazanan üyesi Nash’in ise Reggie Miller, Larry Bird, Mark Price ve Kevin Durant ile birlikte 50-40-90 kulübüne (hem de 4 kez) girebilen tarihteki 5 oyuncudan biri olduğunu da yabana atmayalım:
Kötü şutör
olarak bilinmesine rağmen NBA tarihinin en çok üçlük isabeti sağlayan üçüncü
oyuncusu olan ve ABD formasını terleten Kidd’in ikisi Olimpik toplamda 5 altın
madalyası varken, Kanada milli takımını seçtiği için Nash bir madalya
kazanamadan uluslararası kariyerine nokta koymuş, fakat düşük ölçekli bir
takıma nasıl seviye atlatılacağını ve o takımın nasıl madalya adayı haline
gelebileceğini de cümle aleme göstermiştir. Tabi her iki ismin de talihsiz
evlilikler yaptığını ama bu konuda Kidd’in “haylaz” vukuatlarının daha fazla
olduğunu da belirtelim.
Kidd, artık
koçluğa yöneldi; Brooklyn Nets’in ardından halihazırda Milwaukee Bucks’ı
çalıştırıyor (bu yazının yayınlandığı tarihte ise görevinden alındı). Nash ise, öve öve bitiremediği Stephen Curry’nin takımı Golden
State Warriors’da Oyuncu Gelişimi Danışmanı görevini yürütüyor. Fakat her iki
efsane de, NBA’e oyuncu olarak kazındılar – orası kesin. Bu iki efsaneyi
karşılıklı seyredebilmiş olmak da, jenerasyonumuzun en büyük avantajlarından
başa güreşen bir kısmet tabi ki. Kuşkusuz ki yakında her iki oyuncu da alınlarının
akıyla Hall of Fame’e (Şöhretler Müzesi) seçilecekler ve bu törenleri seyretmek
de ayrı bir onur olacak.
https://www.youtube.com/watch?v=1lRKULmjuDc (94 Dünya Şampiyonası ve Nash’in Kanada’sı,
Yunanistan’a karşı kader maçında)
https://www.youtube.com/watch?v=hmp1qA4VRdA (Jason Kidd’in en güzel 10 hareketi)
https://www.youtube.com/watch?v=Y52sQoSAr6g (Steve Nash’in en güzel 10 hareketi)
https://www.youtube.com/watch?v=NhxhIV2Usuo (Kidd-Nash çarpışması – 1)
https://www.youtube.com/watch?v=p6mwlHFPuqg (Kidd-Nash çarpışması – 2)
https://www.youtube.com/watch?v=RuUdsQzciwA (Kidd – Nash çarpışması – 3)
https://www.youtube.com/watch?v=3owR7OjqcRw (İkilinin güzel hareketlerinin derlemesi)
https://www.youtube.com/watch?v=OwelXb0Vgfs (Steve Nash’in derlemesi)
https://www.youtube.com/watch?v=HkPWl1d-elM (Jason Kidd derlemesi)
https://www.youtube.com/watch?v=mJ5O3ImFWfA (İkilinin oynadığı reklam filmi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder